Bir başka yerden...
Şehir şarkıları dinleyerek adımlanmış yollar birikmiş. Alacaya dönen akşamı, karanlığa bağlayan yollar geçilmiş! Yüzyıllara uzanan kökler, zamanı alt edebilen yüksekler bulunmuş ama uzağa bakan gözler hep başka bir yöne heves etmişse o başka yerde olmaya alışmak gerekir. Şehrin renklerini başkasıyla değişmek değil belki ama tazeliğini derin bir yerlere göndermek, tadılmış olanı iyice saklayabilmek gerekir. Nefessiz kalmayı öğrenmek, sonra, -kışları asık da olsa yüzleri- kedileri özlemek, o şarkıyı hep aynı tonda söylemeyi unutmak ardarda dizilecektir.
Her günün kendi takvimi olduğunu hatırlamadan, günlerin içinde mırıldandıkça yerini büyütenleri, sadece o âna ait mahrem kuytuları ve her şeyi, şehrin tenini, ezgisini, kokusunu taşıyan her şeyi hatırlamamayı seçmek hem de şarttır. Oysa mümkün mü?
Şarkılarını dinleyerek, zaman zaman şehir şiirleri eşliğinde geçtiğim o sokakların uzağındayım şimdi. İsli, sisli, çokça karanlık, bulanık ve benim aynamda hep kırılan hep kırılan bir başka şehirde doldurulamaz bir boşlukta, alışmayı tekrarlıyorum.
Sevmekten çok uzak, başka bağlar, yeni nedenler ayağıma takıldıkça, yürüyüşler daha zor, manalarsa daha ötelerde. Burası Londra! Allı renkli giysiler içinde, kırışmış yaşlı bir yüzün sahibi bu şehir. Makyajı ağır ve zamanın kalın tortusu altında -güçlükle de olsa- sahnede kalmayı sürdüren, -hem de büyük- bir şehir burası.
Başlangıçta sakin ve dingin akşamüzerini andıran, sayısız yüzün sahibi olduğunu ise zamanla kavrayabildiğim bu şehirde yedi ay, birkaç gün ve saatler geçirdim. Hem anlamak, ne de tanımak için yeter bir yere ne zaman gelinir arayarak, en meşhur caddelerini adımladım, şık alanlarına ulaştım. Geniş meydanları, yüksek binaları ve ferah parklarında kendimi onun fotoğrafının içine yerleştirip yerleştiremeyeceğimin yanıtlarını aradım. Büyüklüğü gibi gürültülü, renkleri kadar buğulu bu şehirde şimdiki zamanın uğultusunu öteleyen bir başka ses duymayı denedim. Şimdiye kadarı daha çok Bursa’nın gölgesinde, onun hasretiyle, oradan uzakta ama onun dalgasından ayrılmadan… Serin bir sisin içinden kendi şehrime uzun uzun bakmalar topladım. Koyu kağıtlara da olsa mektuplar biriktirdim ve şimdi de buradayım.
Gerçek postacıların uğradığı kaç adres kaldı bilmiyorum ama burada yazdığım mektupların doğru adresleri bulacağına inanıyorum, inanmak istiyorum...
Her günün kendi takvimi olduğunu hatırlamadan, günlerin içinde mırıldandıkça yerini büyütenleri, sadece o âna ait mahrem kuytuları ve her şeyi, şehrin tenini, ezgisini, kokusunu taşıyan her şeyi hatırlamamayı seçmek hem de şarttır. Oysa mümkün mü?
Şarkılarını dinleyerek, zaman zaman şehir şiirleri eşliğinde geçtiğim o sokakların uzağındayım şimdi. İsli, sisli, çokça karanlık, bulanık ve benim aynamda hep kırılan hep kırılan bir başka şehirde doldurulamaz bir boşlukta, alışmayı tekrarlıyorum.
Sevmekten çok uzak, başka bağlar, yeni nedenler ayağıma takıldıkça, yürüyüşler daha zor, manalarsa daha ötelerde. Burası Londra! Allı renkli giysiler içinde, kırışmış yaşlı bir yüzün sahibi bu şehir. Makyajı ağır ve zamanın kalın tortusu altında -güçlükle de olsa- sahnede kalmayı sürdüren, -hem de büyük- bir şehir burası.
Başlangıçta sakin ve dingin akşamüzerini andıran, sayısız yüzün sahibi olduğunu ise zamanla kavrayabildiğim bu şehirde yedi ay, birkaç gün ve saatler geçirdim. Hem anlamak, ne de tanımak için yeter bir yere ne zaman gelinir arayarak, en meşhur caddelerini adımladım, şık alanlarına ulaştım. Geniş meydanları, yüksek binaları ve ferah parklarında kendimi onun fotoğrafının içine yerleştirip yerleştiremeyeceğimin yanıtlarını aradım. Büyüklüğü gibi gürültülü, renkleri kadar buğulu bu şehirde şimdiki zamanın uğultusunu öteleyen bir başka ses duymayı denedim. Şimdiye kadarı daha çok Bursa’nın gölgesinde, onun hasretiyle, oradan uzakta ama onun dalgasından ayrılmadan… Serin bir sisin içinden kendi şehrime uzun uzun bakmalar topladım. Koyu kağıtlara da olsa mektuplar biriktirdim ve şimdi de buradayım.
Gerçek postacıların uğradığı kaç adres kaldı bilmiyorum ama burada yazdığım mektupların doğru adresleri bulacağına inanıyorum, inanmak istiyorum...