Perşembe, Şubat 23, 2006

Uzak yine uzak yine uzak

Uzağın henüz yollarla ilişkisini anlayamadığım eski yıllardı. Kaleme gerek duymadan mektuplar yazdığım soğuk gecelerde öğrenmiştim özlemenin uzakla akraba olduğunu. Yazları dizlerimizi yaralayarak tükettiğimiz, kışlarınsa bir türlü bitmek bilmediği o eski zamanlardı. Mektupların üzerindeki pulları çaydanlığın buharında zarfından ayırmaya uğraşırdık, içindekilerse çok ilgilendirmiyordu bizi. O mektupların nereden geldiğinin yanıtı ise açıktı; uzaktan. Uzağa gerçek bir tanım bulduğumu sanıyordum o zaman; olsa olsa mektup mesafesiydi ve mektup yazan uzaktı, uzakta olan da mektup yazardı işte. Bu kadardı uzak, belki de bu kadar olmalıydı…

Mektubun uzakla o denli yakın bir iliskisinin olmadığını anlamam uzun zaman almadı; bazı mektupların uzağa yazılmadığını, bazı uzakların da mektup beklemediğini öğretti gunler, geceler. Mektubun hic bitmeyen okulunda öğrendiklerim bir yana uzağın yıllarla derinleşen bir kuyu oldugunu yine o eski yıllarda anladım.

Sonra; içimde bir uzakla gezindim, durdum, büyüdüm, gittim… Özlüyorum demeyi bilmediğim o aynı eski zamanlarda hasreti tanıdım. Uzakta olana duyduklarımın adı değildi hasret, yakında ol(a)mayan için söylenendi ve uzak olanın yakına gelmesi mümkündü de, bazı uzakların tükenmiyor hatta büyüyor olması acıtıyordu işte. Adım adım, teker teker gidiliyordu uzağa ve damla damla akıyordu bilgisi hayatıma.

Sonra hayat birdenbire hatıralara denizine dönüşmedi tabi. Yollar gidildi; birlikte ve yalnız. Şehirler bilindi; yalnız ve tenha. Ötekiler geldi; başka ve renkli. Renkler tutuldu; mavi ve siyah. Evler bulundu, kapılar çalındı, anahtarlar yapıldı, duraklar ezberlendi, şiirler öğrenildi, harfler sıralandı, sokaklar geçildi, cenazeler kaldırıldı, baharlar yağdı, güzler sarardı ve uzak hep benimle, hep yakınlarımda oldu.

Şimdi bir başka uzaktayım; büyük. Say say bitmiyor, yaz yaz eksilmiyor. Neresinden baksam hep sisli, şimdisiyse alabildiğine isli bir uzak. Adımlarla aşılamayacak bir mesafe ve her şeyi nasılsa netsiz gösteriyor sanki. Sisi kimi zaman koyulaşıyor belki seyreliyor ama hiç dağılmıyor.

O nedenledir ki mektuplarım hep ona ve ondan yollanıyor...

Çarşamba, Şubat 01, 2006

Giz-li Şehir...

Zaman şaraplara yaptığını arada sırada şehirlere de yapıyorsa onlardan biri her halde Londra’dır. Yüzü makyaj üstüne makyaj, bakışları ne kadarını görürsen o kadar, dili artık heceleri yan yana getiremez bıkkınlıkta, anlatmayı çoktan bıraktığı halde sesi zaman içinde yankılanıp duruyor. Duruyor, öylece ne yöne baksan görecek birşeylerini gizlemeden, ne kadar istersen bir fazlasını vermeye hazır gibi, duruyor. Zamanla ağırlaşmış mücevherlerini ellerine, kollarına, boynuna öyle bir yerleştirmiş ki değil bir yere gitmesi, hareket etmesi zor görünüyor.



Hafızası ciltlerde unutulmuş olanlarla dolu, yolları yolculukların izleriyle oylumlu. Sokakları, caddeleri, meşhur alanları, o alanları hiç yalnız bırakmayan heykelleri ve en fazla oturma odasında uyuyakalmış olmanın bakışlarını giyinen kimsesizleriyle.. Ellerindeki kitapların sayfalarını çevirirken arada bir başını kaldırıp etrafa göz kulak olan bu dünya misafirleri arada bir bozukluğu olup olmadığını sordukları kimseler kadar Londralı.

Bu şehirli olmak, bu hafızaya sahip çıkmak, zamanını bu şehre vermek, onu öğrenmek, bilmek ve belki bir gün de gerçekten sevmek mümkün mu? Uzun suren misafirliklerin izleriyle eve donuşmuş, ev sahiplerinin hep değiştiği, hep değiştirdiği Londra, zamanın şimdisinde de güçlü bir imge olarak duruyor. Tarihini servete dönüştürmüş olarak, yatırımlarını doğru kaynaklara yöneltmiş, hayal edilebilecek olanı gerçekliğe yaklaştırmış olarak duruyor. Belki de artık hiç kimse bu durusu değiştirmek istemediği halde, her şeyin mümkün olduğu bu şehrin bence -tarihi boyunca olduğu gibi- gözleri yine de nemli…

Öğrenciler, turistler, is sahipleri, para patronları, alışveriş tutkunları, dünya meraklıları, turistler, antikacılar, fotoğrafçılar, sanatçılar, yorgunlar, yalnızlar, hayalperestler, sarhoşlar, alacaklılar, borçlular, çocuklar, büyükler, büyüyememişler, yalancılar, dürüstler, isteyenler, vermeyenler, üşüyenler, bunalmışlar ve herkesle herkesle zaman geçirmesine karsın nemlenen gözleri yalnızlıktan. Belki büyümenin bedeli olan yalnızlığına ağlayan, yine de bu yaşları da farklı renkler olarak makyajına katan Londra, her gezgin tarafından yeniden keşfedilse de sırlarla dolu.
Müzelerinin odaları, galerilerin duvarları, sinema salonları, zamanın eskittiğini sandığı ama aslında değer kattığı tiyatro salonları, sokaklarda şık birer aksesuar gibi duran yon tabelaları, sokak müzisyenleri, otobüs durakları, undergraund güzergahları, konumu, konumlanışı, alışveriş merkezleri, kendini anlattığı lisanlar, renklerini her yerine rahatça yaymış dünya insanları hepsi ama hepsi bu gizleri görünür/anlaşılır kılacak ipuçlarıyla dolu olsa bile..