Cumartesi, Aralık 25, 2004

Heves, kasaba, zeytin ...


Rüya şehirlerin gerçek durakları olmadığı için oralarda kalmanın mümkün olduğunu kimse görmemiştir. Bazılarımızın rüyalarını unutma eğilimi belki biraz da bundan kaynaklanmıştır. Sabahları, gerçek hangi pencereden girdiğini fark etmediğimiz ışık gibi odayı doldurduğunda, rüya halinden çıkmak zorunluluğunu yok saymak kolay olmasa gerek. Gerçek çünkü misafir değil evsahibinin kendisidir ve ancak onun kurallarıyla yaşamaya izin verir. Rüya ne kadar büyük, kıyı ne kadar uzak olursa olsun gerçeğin kendisinden daha büyük olamaz. Böyle bir varolma halini sürdürenler için bütün kavramların nitelemesi gibidir gerçek. Mutluluk mümkündür ama gerçek olmalıdır. “Gerçek hayallerinizin peşini bırakmayın” derler mesela! Hayalin kendisinden daha önemlidir bu.. Böyle bir gerçeklikte başarı, heyecan, dostluk, samimiyet hep bu niteleme sayesinde değer kazanır. Gerçek olmalıdırlar.

Rüyamda korunabilmiş eski evlerin olduğu bir köy meydanında karşılıyorum sabahı, aydınlık bir gün ve gökyüzünün parlaklığı içimi esenlikle dolduruyor. Önümde uzanan sokağın ortasından akan sular, dağın eteklerinden, eriyen kardan selam getiriyor.. Olmak istediğim başka bir yer yok. Kuş cıvıltıları eşliğinde adımı çağıran sese dönerken uyanıyorum. Gerçek bir gün beni bekliyor.

Bugün rüya sinemasındaki filmleri izlemeyi kendime iş edindim diyemem, kendimi duymak, içimi dinlemek, sessiz kasabalarımda gezinmek istiyorum desem de beni ciddiye alacak kimseyi bulamam. O yüzden atabildiğim en küçük adımlarla günün gerçeğini yaşamaya koyulurum, ki benim için işlerden daha ‘iş’tir bu.. Yanıma da tatlandırıcı, lezzet arttırıcı diye rüya fotoğraflarını ve onlardan tabir ettiğim küçük hikayeleri alırım. Bazı sözcükler de hep o rüyalardan katılmıştır dilime bir de aynı rüyaları paylaştığımıza inandığım şair ve şairelereden.. ‘Heves’ mesela, ‘mavi’, ‘kasaba’, ‘nehir’, ‘akşamüstü’, ‘alacakaranlık’, ‘zeytin’ ‘hülya’ … Bir gün sadece bu sözcüklerden bir mektup yazarım diye rüyalarımda biriktiriyorum onları çünkü gerçeğin gölgesi bile ışığı değiştiriyor.

Şimdi kim bilir kaç kez tekrarlanmış işlere döndüğümde öğrendiklerimi alt alta koyup daha büyük toplamlara varmak için yollar arayacağım ama kendi gerçeğime heves etmekten vazgeçmiyorum. Bir de farklı mesafelerde adımı çağıran mavi harflere yanıt vermekten. Biliyorum ki rüyalara aralanan perdelerin hayalleri büyütme gücü var, günleri diğerinin tekrarından kurtaran da bu hayaller. Gerçek olmasalar da..

Cumartesi, Aralık 18, 2004

Metânet


Karanlıkta bir yırtılma sesi. Soğuk geceler tekrarının yankısını duyduğum bu yırtık karanlığın kendisi mi, umudun ve olasılıkların yok olduğu bilgisi mi karar veremiyorum. Bir yıldır yazılan bu mektup sözcüklerini ararken canım yanıyor. Sessizlik isterken, kalabalık yeryüzü deviniyor. Gerçeğin yerine aday hayal etme arzusu, bilgisini yanılgılarla değiştirmeye dünden razı zihnimi altüst ediyor. Onun hafıza dışındaki varlık halinin sona erdiği gerçeği tekrar tekrar tekrar ediyor. Zihnimin fotoğraflarında her şey ne kadar canlı oysa…

İki kitap, yayınlanmış yayınlanmamış denemeleri, pek bilinmeyen şiirleri, çevirileri, yarım kalmış bir roman ve yazılamadan zihninde götürdüğü daha neler neler… Balku’nun hayata veda ettiği kalp krizinin üzerinden bir yıl geçti. Aralık 15’ti, inanılması mümkün olmayan bir masala inandırıldık gibi... Aralık büyüdü önce, sonra da onun artık olamayacağı farkındalığı. Balku’yu 15 Aralık 2003’te kaybettik. Bir şey sanki yırtıldı. Belki günlerin geceyle bağlandığı yer, belki havanın kendisi.. Uğultular eşliğinde ulaşan acaba sesleri mırıltılara karışıp sustu. Gerçeğin kendisiydi, sisli bir karanlıkla örttü geceyi. Sonraya bırakılan, yarına ısmarlanan, umuda eklenen, dileklere bağlanan her şey birden belirsizleşti. Silindi. Seslerimiz de…

Sustuk. Sustum. Hiçbir çığlığın ne de hıçkırığın gölgesine sığınmadan. Kötü bir şaka gibi başlayan uğultu tekrarladıkça harfler sessizleşti, büyük bir suskunlukla örtüldü perdeler.. Bütün yönleri kör, sokakları çıkmaza ulaştıran bu uğultu geçen yılın aralık ayından beri sürüyor. Nihayete eren varlığı büyüyen özlemin öteki adı artık. Yazdıklarıyla kendini çok sonraki zamanlarda da var edebileceğine inancımsa yüreğimin metaneti..

“Akşamüstleri hâkim bir noktadan şehre bakıyorum ve dilim benden habersiz sayıklıyor: Ey Bursa! Yaşlandıkça estetik cerrahlarına koşan, makyajını kalınlaştıran zamane çengileri gibi yeni yüzler, yeni isimler, yeni haritalar edindin. Ama belki de doğrusu buydu; değil mi ki senin tılsımın suyladır, su üstüne çizilmiş haritaların her esintide dağılması, her dalgada yeniden çizilmesi de kaçınılmazdır. Belki kıyametin bile suya garkolmakla değil, yüzeyinin binyıllar boyunca aynı haritayı muhafaza edecek kadar dingin ve kıpırtısız kalması ile olacaktır.” Abruşak, Sükut Ayyuka Çıkar, Yücel Balku.

Cumartesi, Aralık 11, 2004

Kelepir aralığı !


Telefonun ucunda endişeli bir ses, nasıl olduğumu merak ediyor. Üşüyorum. Boğulmuş sesimin verdiği yanıtı yeterli bulmayıp beni aramaya geliyor. Soğuktan kımıldayamıyorum. Ellerimi avuçlarının içinde ısıtırken özel bir yer için davette bulunuyor. Sıcak mı? Kelepir bir kapının önünde buluyorum kendimi. Merdivenler dar ama ulaştığı salon büyük. Büyük ve sıcak.

Takvimini hatırlayamadığım zamanlar; şehrin kalabalık sokaklarından geçerek oraya gidiyorum. Çok katlı, başlarda duru, en çok Pazar sabahlarını sevdiğim evin sahibi kırmızı. Adı usul bir gülümsemeyle geziniyor içimde, elleri, adımları ve küçük küçük konuşan sözcükleri kalbimdeki yerini büyütüyor, biz de yazılmamış hikayeleri.. Kaç yıl önceydi unuttum, tadını unutmuyorum. Ve o kelepir evin duvarları arasında konuştuklarımızı, birbirine bağlanan ilmeklerimizi.

Hayatın teneffüs saatleri için bir yön belirlemeye çalışırken o evi hatırladım. Şehrin anlamını ören adreslerden biriydi benim için. Ne yazık artık yok. Hayattan kaçtığım, zaman zaman da saklanabildiğim, sessizce olup bitenlere anlamlar aradığım bir aralıktı. Sonra birden mi büyüdük? Ne zaman okuduğumu hatırlayamadığım hüzün şiirleri, kederli cümleler tekrarladı kendini. Mevsimler geçti.

Şimdi geçmiş zamanın değil ama gelecek olanın umudu için böyle kelepir bir yer saklıyorum içimde. Rüzgarlı günleri kapının dışında bıraktığım, uğultulu haberlerin kederini dağıtsın diye, gülüşlü cumartesiler biriktiriyorum. Bursa’da zamana işaret eden, bildiğimiz ve her gün hızlı adımlarla geçtiğimiz zeminin dışındaki diğer katlarına açılan kapıların böyle kuytulardan geçtiğini biliyorum.

Bazen mekanın kendisi, orada birlikte çaylar yudumladığımız, eşlik eden şairlerin imgeleri, mırıltıların berisinde duyulabilen dost harfler gerçeğin bekleme düğmesine basmak için yeterli. Bekletip derin bir nefes ferahlığında yola, yolculuğa devam etmek için şart hatta. Güvenli evlerimizin yollarını aydınlatan, sonraki yolculuklar için bulduğumuz işaretlerin okuma kılavuzu olabilen harflerin nerede beklediği bilinmiyor çünkü.. Böyle kuytular var değil mi?

Cumartesi, Aralık 04, 2004

Unutmalı!

Hatırlanınca kendini yeniden var eden şeyleri unutmalı. Çok çabuk büyümüş çocuklara geçer not alamadıkları derslerde son çare olarak bu unutulanlar sorulmalı çünkü hatırlamak umuttur. Derinleştikçe karanlığa yürüyen kuyuların dibinden bir ses -neden olmasın- seslenmeli ve karanlığın ışığına bir perde açılmalı. O zaman yeryüzünün büyümüş büyümemiş bütün çocukları aydınlık göğün altında hatırlayabilir çünkü hatırlamak en çok da özlemektir. Kendisini değilse bile zihnin birbirinin uçlarına tutuşturduğu bir şeyleri özledikçe, umut yakın coğrafyalarda olmayı sürdürecektir. Çünkü zamanın bildiğimiz süreleri dışında var olmayı becerebilen şeyleri hafızada, hafıza da yüreğin içinde bir yerlerde, biliyorum.

Nerede gördüğümü unuttuğum o filmin, içli şarkısı hatıraların gerisinde durdukça bir şeyleri mezarına uğurlamadan gönül rahatlığıyla unutabilirim demektir. Unutmak biraz da yüklü bir bavulu her gün bakılmayan bir köşeye bırakmak demektir. Tazeliğiyle zihni bulandıran, aceleciliği bilgisinden önce mırıldanan şeyler, bir gün gelip selam edeceklerdir. O şimdiki zamanın alacalı, kalabalık günleri arasında kendilerine yer açıp, hafıza sinemasında özel bir gösterim yapacaklardır. Sonra da kuyuların, odaların, evlerin belki şehirlerin duvarlarında uysal bir renk olarak dünyadaki varlıklarını sürdüreceklerdir.

Unutmak sakin bir deniz gibidir. Dalgasında kaybolanlar hafıza sahiline bu durgun zamanlarda ulaşır. Sorular çoğaldıkça, cevaplar sustukça büyüyen yorgunluğu unutarak dinlendirmek mümkündür. Hafızanın sıralayan, düzenleyen iyiliği için unutmak şarttır. Bir mektubu posta kutusuna yeniden atan unuttuğu bir hatırayı çağırıyor demektir. Zamanla hesabı olmayan, ille de anlamak, bir özür gibi anlaşılmayı istemek şiddetinden uzaktır. Çünkü sadece ‘şimdi’de yaşayan şeyler hatırlanmaktan uzaktır.

Unutmak, hiç iyileşmeyecek bir ağrıyı arkadaş yapmaktır. Çünkü sanmaya başlayan, o sızıya alışmaya başlamış demektir. Unutan, hiç ‘olmamış gibi’ başlayabilir ertesi günlere. Böylece yeniden adımlanacak yollar açılır, okunacak mektuplar düşer posta kutusuna.. Böylece nerede unuttuğumu hatırlayamadığım bir gece karanlığı da mırıltıya dönüşür.

Hafıza sinemasının özel bir gösteriminden sonra yazdığım bu mektubu da siz unutun, hatırladıkça yakınlaşan aydınlık için..